Bülent Polat kendini nasıl anlatır? Kendinden bahseder misin?

Kendimi tanımlayıp bir yere koyamıyorum; kafam bu aralar çok karışık. Bülent çalışmayı, üretmeyi, hareket etmeyi, insanlarla iletişim kurmayı, paylaşmayı seven, yaptığı işi en iyi şekilde yapmak için çalışan, her insan gibi hataları, zaafları olan ve bunları daha aza indirgemek için uğraşan, sorumluluk sahibi ve bu sorumluluklarından da büyük keyif alan bir adam.

Oyunculuk serüveninden, nasıl başladığından bahseder misin? Nasıl başladın, nasıl gelişti?

Bir tiyatro oyunu izlemiştim, ondan önce aslında ilk başında sinema vardı. Sinema perdesini görmemle başladı her şey. O perdeyi, oradaki devasallığı, büyüklüğü, o perdenin vizyonunu görünce zaten ben kendimi kaptırdım bu şeye. Devamı oraya ulaşmak için çalışmakla geçti, sonra tiyatro izledim. Tiyatronun perdesinden, kokusundan, oyunun afişinden tutun, canlı oyuncularla performans izlemek çok etkiledi beni. Biraz tesadüflerle aslında oldu, ilerledi her şey. Yani bir tiyatro oyunu izledim sonra tiyatroda çalışmaya başladım. Çok büyük bir şans, o tiyatroya işçi olarak alındım. Yavaş yavaş çocuk oyunları, gençlik tiyatrosu, büyük oyunları derken zaman akmış; on yıl, on üç yıl geçip gitmiş. Başlangıcı böyle oldu, oyunculuğa tiyatro işçiliği ile başladım.

Televizyona nasıl geçtin?

Özel televizyonların açılması, dizilerin olmasıyla tiyatrodaki birçok oyuncu dizilerde oynamaya başladı. Ben çok acele etmedim açıkçası ama çok erken girmişim gibi gözüküyor. Televizyon, Yılan Hikâyesi ile başladı. Emre Kınay dizide oynuyordu. Dizinin 35. bölümüne gelindiğinde iki karakter gerekiyormuş dizide Emre ile oynayacak. Nihat Durak ile başladı bu hikâye, sonra devam etti dizi filmler.

Avrupa Yakası?

Estağfurullah Yokuşu diye bir dizi filmimiz vardı Kanal d’de yayınlanan. O dizide pek çok yönetmen, ekibi ve çıkan işi çok beğeniyor. O dizi bittikten sonra sanat grubumuzu, reji grubumuzu ve oyuncu grubundan 3–4 oyuncuyu birden aldılar hemen. O dizi çok kısa sürdü ama sektör içindeki yönetmenlerin dikkat ettiği bir iş oldu. İzleyicinin de dikkatini çekti ama daha çok sektör içinde işin dili ve üslubu dikkat çekti. Hümeyra abla, ben ve Evrim Akın özellikle çok ön plana çıkmıştık o dizide. Asistanlar geçti ilk önce Avrupa Yakası’nın cast çalışmasına, ardından bizi önerdiler.

Avrupa Yakası’nın çok farklı olduğunu düşünüyorum, her anlamda, diğer dizilerden. Pek çok yabancı dizi gibi yıllarca devam etse de tadından, izleyicisinden hiçbir şey kaybetmez gibi geliyor bana. Sen ne düşünüyorsun bu konuda? Sence diğer dizilerden ayıran şey nedir?

Avrupa Yakası gerçekten kalite anlamında ismi gibi Avrupa. İyi bir havası var. Böyle olmasının en büyük nedenlerinden biri oyunculuk dili ve üslubunun son derece doğal ve samimi olmasından kaynaklanıyor. Bir de sit-com deyince zaten mekân, reel mekân değil; oyunculuklar da çok tiyatral oluyor. Yani bunun dozunu oyuncunun kendisinin ayarlaması gerekiyor. Bizde tiyatral oynayan da var, çok doğal oynayan da var. Dolayısıyla da uçlar var. Bunun etkisi çok büyük. İkincisi, her şeyden önemlisi senaristin kalemi. Yani ne kadar iyi oynarsanız oynayın sit-com bir takım oyunu. Bu takımı oluşturmak ve o takımın eline iyi bir strateji vermek çok önemli. Oynadığım senaryoya inanıyorum. Gülse’nin kalemini çok seviyorum. Oyuncu kadrosunun eline böyle bir senaryo gelince, son derece başarılı bir şey çıkıyor ortaya.

Oyunculuğa küçük yaşlarda başladığını biliyorum, okul eğitiminden de önce. Küçük yaşlarda oyunculuğa başlamanın ne gibi faydalarını gördün?

Küçük yaşlarda başlarsan disiplin alıyorsun. Tiyatrodaki disiplini alınca tiyatro hiyerarşisini, tiyatronun ilerlemesini çok erken yaşta öğrenmiş oluyorsun. Ben çok erken yaşta başladım ama sahnede hemen başlamadan önce onun bir alt disiplinini aldım. Bu benim çok işime yaradı. Ayrıca sürekli düşünülen bir yerde büyümek büyük bir avantaj. Düşüncenin aktığı, yoğun olduğu, yazarların çizerlerin bulunduğu bir yerde büyümenin çok büyük bir avantajı var. Bir de sahne, insanın vücudunu yumuşak kılıyor, sahnenin üzerinde daha rahat hareket ediyorsun. Bu, rahatlığım için çok iyi oldu. Meseleyi daha iyi kavramam için de iyi oldu. Benim için hayatta bu çok önemli, hayatı daha iyi algılamam için. Hedeflerini koyuyorsun ve o hedefe ilerliyorsun. Savrulmuyorsun, daha az savruluyorsun. Onun için genç yaşta, küçük bir çocukken hedefini belirleyip ‘evet, benim gideceğim yer burası,’ diyorsun.

Tiyatronun hayatında nasıl bir yeri var? Neler yapıyorsun? Bir oyunda oynadığını biliyorum. Devam ediyor mu?

Efsaneler, diye bir oyunda Küçük Sahne’de, Sadri Alışık tiyatrosunda oynuyorum. Tiyatronun hayatıma çok büyük bir etkisi var çünkü kendimi ifade ediyor olmak çok büyük bir keyif veriyor. Hayatta insanlara kendini ifade etmen de çok önemli. Herkesle konuşacak iki çift lafının olması da çok güzel. Ailenle kurduğun iletişimden tut da oradaki patronunla kurduğun iletişime kadar yansıyor bu. Başka başka işler de yaptım ben tiyatro yaparken, sadece tiyatro yapmadım. Birçok işte çalıştım. Bir de ben şuna çok inanıyorum; duru olmanın ve her kaba sığabilmenin en büyük yolu insan olarak gerçekten kendi içinizde bir takım sorunları halletmiş olmanızdan geçiyor. Yani hayatta da oynuyorsunuz tabi ama hayattaki sahne gibi değil, orada da oyunlar daha başka. Orada daha nasıl desem hayatın içinde iyi olmanız gerekiyor. İyi insan olmanız, vicdan sahibi olmanız lazım ki sahne üstüne çıktığınız zaman her şey çırılçıplak ortada, dolayısıyla insan ruhuna değebilmeniz için içinizdeki o sorunları halletmeniz gerekiyor. Çok huzurlu, çok rahat, kendiyle barışık yani kendiyle kavgasını bitirmiş, iyi insan olunmalı. Çok fazla kendi içinizdeki o arıza yanları taşırsanız öbür karakterlere girmenize engel olur bu. Fazlasıyla duru olman gerekiyor.

Bundan sonraki projende nasıl bir karakteri canlandırmak istersin?

Ben açıkçası böyle şeyleri çok fazla düşünmüyorum. Oyuncu sihirli bir kutu gibidir. O kutunun içine birileri elini atar ve bir takım şeyler çeker. Mesela Gülse, bende bir şeyi çekti aldı. Başka bir senaristin, başka bir yönetmenin de başka bir şey bulması gerekiyor. Yani benim keşfedilesi adam olmam gerekiyor. Bana senaryo geliyor ve ben de kendimde başka şeyleri keşfediyorum. Şu rolü oynarım, demek benim işim değil. Ben her rolü oynamak isterim. Seçmeyi değil, bana senaryonun gelmesini ve o karakteri ben oynamak istiyorum. Ben çok seçmeyi sevmiyorum o anlamda.

Bir röportajında Mimar Sinan Üniversitesi’ne girişinin engellendiğini okudum. Neydi o olay, nasıl gelişti?

Belediye tiyatrolarında uzun yıllar çalıştım. Oraya çocuk yaşta giriyorsun sonra ilerlemeye başlıyorsun ama oradaki birkaç kişi ilerleyemedi. Yani sen küçükken giriyorsun ve ilerliyorsun, değişiyorsun, dönüşüyorsun; adam o dönem kendi gelişimine bakıyor, ‘Bu çocuk yürüdü gidiyor ve ben olduğum yerdeyim,’ diyor. Böyle şeyler düşünüyor. Onlar iyi oyuncular da değil zaten. Birkaç oyuncunun kendi hırslarına yenik düşmeleri yüzünden benim kazanmamla, gitmem gereken bir okula gidemedim ben. Normalde başka bir ülkede olsa sonuçta, bu bir yetenektir, işlenebilir, bunu alalım, işleyelim bu çocuğu ve pazarlayalım diye düşünülür. Oysa bizde öyle değil. Bunu alıp yetiştirmeyelim çünkü bu çocuğun bu hataları var deniyor ki ben o hataları da çok çok kabul etmiyorum. Onlar hata değil, onlar benim kişiliğimin özelliği, onlar olmasa ben olmam.

Küçük yaşta başladıktan sonra eğitimini almak istedin hatta girdin de bir okula.

Bana konservatuar eğitimi şöyle sunuldu. Konservatuar eğitimi de alabilirsin, bu tiyatroda da büyüyebilirsin ama ben konservatuara gidip tiyatro bölümünde okumayı, sadece bir yıl çok istedim. Onun dışında istemiyorum çünkü ben tiyatro eğitimini gönüllü olarak 10–12 yıl boyunca tiyatro içinde usta-çırak ilişkisiyle yürütüp ilerlediğim için başka bir bölüm okumak istedim üniversitede. Hala hayalimde derdim o. Üniversitede başka bir bölümde özellikle sinema-tv okumak istiyorum. Konservatuar eğitimi; tiyatro eğitimini okulda öğrenmek benim çok işime gelmiyor çünkü ben teoriyi de, pratiği de orada, sahnede ve sahne gerisinde çok usta adamlarla çalışarak öğrendim. Oradan alıyordum zaten. Ben teoriyi kendim, pratiği de zaten sahnede birkaç ustayla çalışırım çünkü bu her zaman yapılası bir şey değil. Çok doğru bir usta bulmanız gerekiyor gerçekten. Ben böyle diyorum ama benim ustam Aytekin Özelin hem İstanbul üniversitesi hem mimar Sinan mezunu ama bu ikimizin ortak kararıydı. O benim hiçbir zaman konservatuara gitmemi istemedi çünkü benim bu tarz bir eğitim sistemine müsait bir yapım yok, çünkü o zaman oradaki ilişkiler yoruyor beni. Yapamıyorum. Bu benim uyumsuzluğum belki.

Balans ve manevra’dan teklif nasıl geldi? Nasıl karar verdin oynamaya?

Plato filmin bahçesinde yazken herkes orada oturur. Teoman ile orada tanışmıştık Sinan abinin aracılığıyla. Beraber oturuyorduk. Teoman, böyle 1 film yapmak istiyorum, dedi. Sonuçta orada aile şirketi gibi bir durum var. İlk başta kaygılandım yani böyle daha ilk filmimiz, Teoman mı olmalı gibi düşündüm ama sonra sonuçta orada da öğrenecek şeyim olabilir, dedim. Teoman’dan çok şey öğrendim yani insan olarak ondan çok şey öğrendim. O da öğrenecekti, ben de öğrenecektim. Rahat da bir çalışma şansımız oldu. Bu şekilde kabul ettim ben. Memnunum da.. İyi ki oynamışım o filmde, diyorum.

Sinema geleceğinle ilgili olarak ne düşünüyorsun?

Benim tek derdim, gerçekten sinema yapmak. Tip oynamak, tipleme yapmak benim çok hoşuma gitmiyor açıkçası. Oyunculuk üslubumda da hep tipten kaçtım ben. Bunu çok başarılı yapan adamlar var. Son dönemde gençler var. Ben hep karakter oynamayı istedim hayatım boyunca.

Tuncelili olduğunu biliyoruz. Sık gider misin oraya?

Çok sık gitmiyorum hayır. Ben oraya en son lisede gittim. Bir daha gitmedim. Belki bu yaz gideceğim.

Hayvan belgesellerini izler misin?

İzlerim valla.

En çok neler ilgini çekiyor? Hangilerine ilgi gösteriyorsun?

Bütün hayvanların birbirleriyle olan ilişkileri, özellikle kadın-erkek ve kadının çocukla veya hayvanın çocukla olan ilişkileri beni daha çok ilgilendiriyor. Ne yediği, ne içtiği, nasıl beslendiğinden ziyade bu ilişkileri beni çok ilgilendiriyor ve izlerken çok büyük keyif alıyorum. Oraya bakıp insanı da keşfedebiliyorum. Bazan aslında o kadar çok değen yanlarımız var ki..

Hayvanlarla ilgili hiç ilginç bir anın var mı? Hayvanlarla ilgili anılar genellikle şehirde yaşıyorsan köpeklerle ilgili oluyor. Bir de bizim mahallede bir tane papağanımız var. Sarhoş adamlar vardır ya hani içip içip bağırır. Öyle bağırıyor mesela gündüz, gece. Ben ilk taşındığım zaman burada alkolik bir adam var, içiyor içiyor bağırıyor, zannettim. Sonra papağan olduğunu öğrendim, inanamadım. Bir de çirkin, hayatın sillesini yemiş bir papağan yani. Bağırıyor. Çok komik.Dediğin gibi şehirde köpeklerle ilgili olur. Herkesin vardır köpek anısı. Hayatımdaki en büyük şeydir. Benim köpeklerle aram çok iyidir. Korkmam da fakat bir gün Avcılar’da eve gittim, annemlere. Kapıyı açamadım. Ardından sahile ineyim, dedim. Arkamda böyle 15–20 kişilik bir ordu gördüm, sinsice yaklaşmışlar ve hayatımda kaldığım andır. Hakikaten bütün tüylerimin diken diken olduğunu ve oraların terlediğini falan hissettim.

Kendini hangi hayvanla özdeşleştirirsin?Aslanla.

Neden?

Burcum da aslan. Aslanın o dingin ama yırtıcı tarafını çok seviyorum. Kendisini seviyorum. Ben kedigillere daha çok hayranım. Aslanın o hem oturması hem de o içindeki enerjisi beni çok etkiliyor. En sevdiğim havyan aslan, diyebilirim.

Bir kedin var. Neden bir kedi sahibi olmak istedin?

Bu benim tercihim değil valla. Tiyatro yapıyordum yine 4–5 yıl önce. Orhan Oğuz ile Nilüfer Açıkalın’ın kedileri var, bütün sektöre dağıtılan, herkesin elinde olan ve sürekli üreyen kediler. Benim çok sevdiğim bir yönetmendir, bana dedi ki, bir kedi al, benim bir kedim var. Getirdi, kartonla verdi bana, ben de aldım. Nasıl bakacağıma, ne yapacağıma dair hiçbir plan, hiçbir program yapmadım. Kediyi bana verdi, ben de aldım. Çok enteresan oldu. Öğrenciyken, çok parasızken, evsizken bile biz beraberdik.

İlişkiniz nasıldı?

Bizim ilişkimiz çalkantılı bir ilişkiydi çünkü Zeliş çok yol aldı. Avcılar’da başladı, sonra Anadolu yakasına geçti, Müjdat Gezen Sanat Merkezi’ne okumaya geldiğimde. Oradan kendime başka bir ev buldum, oraya taşındım. Öğrenci evine geldi. Aç kaldı, yeri geldi susuz kaldı. Yeri geldi beni ısıttı kışın. Elektriklerimiz kesilmişti. Zeliş’le yatıyordum. Çok güzel ısıtıyordu beni. Hatta şöyle bir anım var: Bir gün yine okul zamanıydı. Zeliş yeni yeni büyümeye başlamıştı. Kedilere dokunmak, sevmek zordur. Dedim ki, ben şimdi Zeliş’i ufak ufak sevmeye başlayacağım, her yerine dokunacağım ve onu hiç rahatsız etmeyeceğim. Eğer bunu başarırsam ben hayatımdaki bütün kadınlara dokunabilirim rahatsız etmeden. Dokunmayı öğrenebilirim. Hakikaten hiç rahatsız etmeden Zeliş’e dokunmaya başladım. Köpeği daha sert seversin, kuşu daha narin seversin ama kedinin başka bir enerjisi vardır çünkü en ufak hatanızda reaksiyonunu verir ya da kalkar gider ya da tırmalar.Kediyi izlemek bana huzur veriyor.

Evini bir hayvanla paylaşmanın ne gibi iyi yanları var? Ayrıca en çok hangi konularda güçlük çektin?

Açıkça söyleyeyim bu bir hevesti, oldu. Evin müsait değilse kuş hariç bu tür hayvanlar dışında evde hayvan besleme taraftarı değilim. Metropolde yaşıyoruz. Zaten evlerin mimari yapıları f tipi gibi. Hiç bu düşünülmüyor, hesaba katılmıyor. Mesela bahçe ya da teras katın yoksa, evin buna müsait değilse kolay olmuyor. Kedinin örneğin herkes bilir dışkısı, çişi çok keskin kokuludur. Kumunu çok temiz bir yere koymanız gerekiyor. Herkes bu kokuya tahammül edemeyebilir. Her taşındığım evde mutlaka çift balkon olmasına özen gösterdim çünkü bu koku çok ağır bir koku. Misafirliğe gelen insanlara da haksızlık oluyor biraz. İkincisi onun bir alanı olmalı ve onun bakımıyla ilgilenmelisiniz. Şu anki düşüncem, şartlarım iyi olmadan yeni bir hayvan ya da ev hayvanı almayı çok istemiyorum.

Zeliş, seni kıskanıyor muydu? Arkadaşların geldiğinde ne yapıyordu?

Aslında bir kıskançlığı vardı ama Zeliş benim evime gelen, kedi sever sevmez herkese kendini sevdiriyordu. Sürekli koyun koyuna yatardık. Zeliş’in benimle yaşaması ve yatması onda sürekli birilerinin kucağıma yatma isteğini geliştirdi. Mesela şimdi burada olsaydı hemen gelirdi, kucağına atlardı.

Ne kadar süreyi birlikte geçirdiniz?

Beş yılı.

Şu an yok, sebebi nedir ayrılmanızın?

Bu evde olmamasının en büyük sebebi Bilge’nin olması çünkü onun alerjik bir durumu var. Ben şimdi home-office gibi bir yer yapıyorum. Oraya alacağım. Ona göre eşyalar aldık. Mesela kumaş almadık, deri aldık.

Sence hayvan sevgisi insanlara ne katıyor?

Sorumluluk ne katıyorsa insana onu katıyor. Sorumluluklar uçlara gitmemizi nasıl engellerse hayvan da size bir yumuşaklık katar. Hayvan seven, besleyen insan yumuşak ruhlu olur. Kavgacı olmaz, dobermanı olan için de söylüyorum bunu. Hayvan seven insanın diğer insanlarla olan ilişkisi çok yumuşak olur. Ben kedi besliyorum. Kedi, sorumluluk ister. İnsan ruhuna kesinlikle çok iyi geliyor. Ben hayatta en çok vicdanı olmayandan korkarım.

Şimdi Zeliş burada olsaydı, Bülent Polat’ı nasıl anlatırdı sence?

Ben şöyle düşünüyorum: Ben gerçekten Zeliş’e hata ettiğim zaman, mamasını geç aldığım, kumunu temizlemediğim zaman ben ona karşı sorumluluk hissediyorum. Gerçekten onun için çok zorluğa katlandım. Bir arkadaşım mesela kavga etmiştik öğrenciyken, aynı evde kalıyorduk. Eve erkek bir kedi getirmişti. Ebru aldı Zeliş’i koynuna koydu, götürdü. Onu korumak, beslemek için çok uğraştık. Babamın bir teorisi var; köpek evi koruyor, kedi ne yapıyor ki, yiyor, içiyor, yatıyor, diyor. Biz ona baktık, çok arkadaşlık, çok sohbet ettik. Zeliş, zaten kırma olduğu için –siyam+tekir- konuşmayı çok seviyor. O benle ilgili muhtemelen, bunca zorluğuna rağmen hala işte onunla beraberim ve bu iyi benim için, diyordur. O hiç kedi gibi takılmıyordu. Kedi gibi nankör olayım, aman gideyim tarzında değildir. Ben ne zaman çağırsam yanıma gelir.

Sence Şesu’nun bir hayvanı var mı evinde veya Şesu bir hayvan besleseydi ne beslerdi?

Ben kuş diye düşündüm hep.

Neden?

Çünkü Şesu, konuşmayı seven bir adam. Dır dır dır konuşmayı seviyor.

Bir papağanı olur mutlaka.

Ya bir papağanı ya bir muhabbet kuşu ya da kanaryası olurdu. Kuşu olurdu mutlaka.

Ülkemizde hayvanlara karşı olan bu davranışları nasıl buluyorsun?

İyi bir aşamayı atlattık ama hayvan konuları hep kişilerin, mahalledeki insanların bireysel sorumluluklarında. Mahalledeki köpeklere, kedilere, diğer hayvanlara karşı sorumlulukları olması gerekiyor. Metropolden bahsediyorum, İkincisi de belediyelere bu anlamda çok büyük bir sorumluluk düşüyor. Bence biz iyi bir aşama kat ettik bu konuda.

Sokak hayvanları için ne yapılabilir sence?

Sokak hayvanları için kesinlikle barınaklar olmalı. Üremeleriyle ilgili önlemler alınmalı, kısırlaştırılmalı. Zaten şehrin içinde bazı yerlerin bakir bırakılması lazım; kediler, köpekler ve diğer hayvanlar için. Oralara kimsenin tecavüz etmemesi gerekiyor. O alan ormanlık ve yeşil alan olmak zorunda. Gerekirse oralarda bakılmalı, oralara yönlendirilmeli. Bununla ilgili mahallelerde, sokaklarda belediyenin bu konuda birimleri olmalı.

Çocuklara hayvan sevgisini nasıl aşılayabiliriz? Çocuğun olsa ne yaparsın?

Öncelikli olarak benim hayvanı seviyor olmam onu etkiler. Çocuk babasını ve annesini taklit eder. Ona bakar. Sevmediğim hayvana da seviyor gibi davranmamam lazım. Hangi hayvanı seviyorsam onu sevmeliyim ki çocuğum da bana baksın. Ben ona genellikle bütün hayvanların dünyada neden var olduklarını, bu dönüşümün, bu sistemin içinde nerede yer aldıklarını anlatırdım. Keyifli de olurdu. Genellikle benim her evimde burada olduğu gibi hayvan figürleri olur.

Bir kedin vardı, güçlüklerini de biliyorsun. Hayvan sahibi olmayı düşünenlere ne önerirsin? Nelere dikkat etmeliler?

Çok iyi düşünmeleri gerekiyor. Alacakları hayvanın bakımı, evin içinde nerede olması gerektiği konusunda iyice düşünmeliler. Ona göre evi olmayanın kesinlikle hayvanı alıp perişan etmemesi gerektiğine inanıyorum. Bakımsız bir köpek, kedi ya da kuş gördüğümde dayanamıyorum. Bakamayacaksan almayacaksın. Hevesle hayvan alınmaz. Aldığın zaman o çok büyük bir sorumluluk ister. Gerçekten başına bela olur. Bence hayvan sevgisi bir hobi gibi, alayım da hayvanım olsun diye düşünülmemelidir. Tamamen bir terapidir, bir arkadaşlıktır bu. Nasıl bir arkadaşınız, dostunuz oluyorsa onu da aynen öyle kişileştirmeniz ve ona karşı çok büyük bir sorumluluk duymanız lazım. Aldık, bakamadık, bırakalım olmaz. Bir hayvan alıyorsanız onun artık sorumluluğu sizin üzerinizdedir çünkü onun dili yok, derdini anlatamaz. Sizin onun derdini anlamanız için onu çok iyi tanımanız ve sevmeniz, hissetmeniz gerekiyor. Ben Zeliş’in mamasını sevmediğini ya da kumundan rahatsız olduğunu veya evdeki bir durumdan huzursuzluk duyduğunu anlarım. O nasıl bir hata ettiği zaman kaçıyorsa ve kayboluyorsa ben de öyleyim. O ilişkiyi iyi yakalamak lazım. Bu böyle hevesle alınmamalı yani. Olaya böyle bakılmalı, gerçekten sadece kedim, köpeğim, kuşum olsun diye düşünülmemeli.

Hande Yöremen / 2005

+ yazılar