“KALBİN YANIYORSA GEÇMİŞ OLSUN!”

1 Kasım günüydü. Moda Sahnesi’nde tanıştım onunla. Hedwig, o gece hayatıma girdi. Onu çok sevdim.  

Onun hikâyesi derine ulaşabilecek bir biçimde, şarkılarıyla, esprileriyle işlenmiş. Onunla tanışınca vurulacaksınız. Bu iki yüzlü, hem erkekliği hem kadınlığı yaşamış aslında ikisini de tam yaşayamamış insanı o kadar çok seveceksiniz ki.. Dönüp kendinize soracaksınız: Onu nasıl sevebilirim? İşte diyorum ki onu inanamayacağınız kadar çok seveceksiniz.

Hedwig ve Yılmaz ilk nasıl tanıştılar?

Hedwig ile nasıl tanıştık? Hep anlattığımız hikâyeyi kısaca geçiyorum. 

Hemen çok kısa..

Bir seyahatimiz oldu Amerika’ya. Orada bir sürü oyun seyretme fırsatımız oldu. Bu da seyredemediğimiz bir oyundu. Teksti aldık sonra geldim ben şarkıları dinledim. Şarkıları dinledikten sonra metni okudum. Metni okudukça şarkıları bir daha dinledim. Dinledikçe okudum ve okudukça dinledim ve sonunda dedim ki, ben buna âşık oldum. Ben bu şarkıları söylemek istiyorum. Bu şarkılar çok güzel şarkılar, bu hikâye müthiş bir hikâye, çok güzel bir şey anlatıyor. Çok değişik anlatıyor. Bunu ben yapmalıyım, dedim çünkü bu tam bana göre bir projeydi. Yazarın notu da var içinde, doğaçlama bilen birileri oynasın, doğaçlamaya zaman vakfetmiş insanlar oynasın, metni değiştirebilirsiniz. İstediğiniz yerlerindeki esprilere eklemeler çıkarmalar yapabilirsiniz. Yani şarkı söyleyip doğaçlama yapıp aynı zamanda metni oynayıp aynı zamanda dans edebildiğim bir şey arıyordum açıkçası. Benim için bulunmaz bir fırsat oldu ama bu proje de bu kadar hazır diye de ona âşık olmadım. İçeriği beni aslında aldı beni benden. 

Ben seni seyrettikten sonra gittim evde baktım, filmi de var. Kliplere baktım. Seyrettin mi yoksa seyretmedin mi öncesinde?

Bütün versiyonlarını seyrettim. Film versiyonunu izledim, tiyatro versiyonlarını buldum. John Cameron Mitchell’ın oynadığı Off-Broadway versiyonuna baktım. 

Yazarın kendisi de bizzat oynamış, değil mi?

Hem yazmış hem oynamış. Zaten şöyle başlıyor hikâyesi, bunlar komedi kulüplerde çıkıyor, ufak tefek gösteri şeklinde. Sonra Steven Trask ile tanışıyor. Diyor ki böyle böyle şarkılar yaz, ben de böyle bir hikâye yazıyorum. Birlikte çalışıyorlar. Sonra yine o komedi kulüplerden daha gelişmemiş versiyonu Off-Broadway’e taşınıyor. Off-Broadway’e taşınınca tabii ki orada iş değişiyor. Orada tam şeklini alıyor iş. Daha sonra da Off-Broadway’de patlayınca sinema versiyonu çekiliyor. Sinema versiyonundan sonra bütün dünya duyuyor, ödüller alıyor. Sonra da bizim biraz da tiyatroca bütün prodüksiyonlar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim yer yer turistik bulduğumuz Broadway’e taşınıyor. Hikâyesi böyle ama bütün versiyonlarını biliyorum. 

Karakter yaratırken üç tane boyut var, bilirsin; fizyolojik, sosyolojik ve psikolojik. Hedwig’in özellikle psikolojik boyutuna nasıl hazırlandın?

Ay çok güzel. Bir erkeğin kadın oynamasıyla, bir kadının erkek oynaması biraz iğreti bir durum.  Özellikle bizim ülkemizde çok da iyi örnekleri yok. Sahnede böyle bir şey seyrettiğim zaman iyi yapılmadığında biraz irrite oluyorum açıkçası. Ne gerek vardı ki şimdi bu peruklu komedilere? Aman adam da kadın kılığına girmiş çıkmış falan ya da hani oynamak için oynanmış gibi geliyordu. Çok iyi örnekleri de var bu arada, onları tenzih ederek konuşuyorum. Dedim ki yapıyorsak başından sonuna, tepeden tırnağa konuşmasından, ruhsal durumuna tam onu yansıtmalıyım yani tadında, desinler benim için; sen de iyi bilirsin oyuncu psikolojisini. Psikolojik sürede nasıl hazırlandım? Şuradan gireceğim başta söylediğim cümleyle bağlantılı olarak 

Dramatik bir hikâyesi var çünkü onun, mutlu bir kadın değil.

Mutlu bir kadın değil. Hayattı berbat bir kadın hatta. Yemediği darbe kalmamış, sevgilisi terk ediyor, öbür sevgilisi kocaya kaçıyor, öbür çocuk besteleri alıyor, zaten babadan çocukken bir pedofili durumu var. Çok acı olan bir durum. Hepimiz kadar psikolojisi iyi olmayan bir karakter. Herkes belki pedofiliye maruz kalmıyor ama duyuyoruz çocuklara neler yapılıyor; her gün gazetelerde, televizyonda, sosyal medyada görüyoruz ve bunu normalleştirmeye başladıkları bir dönemde birilerinin, hepimiz kadar aklını kaçırmış bir karakter belki de ve belki de çok zor olmamıştır bilmiyorum. Şu andaki yaşadığımız zaman dilimine cuk oturmuş olabilir. 

Tacize uğramasaydı çocukken, farklı bir hayatı olur muydu sence?

Olabilirdi evet, yani kelebek etkisi gibi düşün. Hani tacize uğruyor ve bir baba modeli arıyor. Baba modeli bulamadığı için daha sonra evlendiği adamı da babası yerine koyuyor. Baba figürünü arıyor aslında hayatı boyunca. Oyun içinde geçen metaforlardan bir tanesi baba. Daha sonrasında finalde İsa hayranı pek bir dindar rock şarkıcısına âşık olduğunda da, orada da bir üçleme durumu var: Baba, oğul, kutsal ruh. Hep bir baba, hep bir oğul, hep bir tanrı, hep bir yarım kalmışlık hikâyesi bu aslında. 

Tam olarak o tarz deneyimler yaşayan, transseksüel olmayan arkadaşlarımdan duyduğum, böyle bir süreci yaşadıktan sonra, kadın olunca mutlu olacağını zannedip, erkekken mutsuz kadın olunca sanki sorunu çözülecekmiş sanıp kadın olduktan sonra çok araya sıkıştıklarını söylüyorlar çünkü artık ne erkek ne kadın.

Hedwig de tam öyle.. Hedwig fiziksel olarak da ne erkek ne tam kadın. Geçirdiği operasyon da başarısız.. Bir de öyle bir durum var. Orada bir şey var ne bir penis ne bir vajina. İkisine de benzemiyor. O yüzden çok korkunç. Belki de babasının tacizine uğramamış olsaydı o baba figürünü aramamış olacaktı; annesi belki de öyle bir insan olmamış olsaydı, sağlıklı bir ailede yetişmiş olsaydı genç yaşında daha cinselliği bile yaşamadan cinsiyet değiştirme operasyonunu düşünmemiş olacaktı. O dönemin siyasi şartlarını düşününce de Amerika’ya kaçma hikâyesi bir taraftan da soğuk savaştan kaçma hikâyesi.. İşte bütün bunlar üst üste gelince böyle bir acılı kadının dramıyla, trajedisiyle yaşıyoruz. 

Türkiye’de bu müzikali yapmaya karar verdiğinde ne tepkiler geleceğini düşündün? Bunu niye soruyorum çünkü Türkiye iki yüzlü yani normalde böyle bir şeye a hayır, derken kendisi yapıyor. Torununa karşı bile böyle şey yapan dedeler var. Böyle bir gerçek var ama bunu ortaya koyunca hayır, diyorlar. Yani ne tepki bekliyordun, ne gördün?

Bana dediler ki; yapma, deli misin sen? Bu devirde aklını kaçırdın. Manyaksın herhalde sen. Yılmaz’cığım olmaz o iş. Hadi bakalım hayırlısı falan gibi tepkilerle karşılaştım ama ben sahneye çıktığım zaman bu kadın görünümündeki bu varlığı, bu güzel dişisi varlığın hiç tepki almayacağını biliyordum ve nitekim de öyle oldu. Hiçbir yerden olumsuz bir tepki almadık. Ufak tefek eleştiriler tabii ki oluyor, bundan bahsetmiyorum, olması gerekiyor zaten. Herkes her şeyi yüzde yüz beğenemez ama kötü bir olay yaşamadık, öyle söyleyeyim. Hatta takdirle karşılandık daha sonrasında ama baştan bizi bu işten caydırmaya çalışan çok insan oldu. İyi ki de dinlememişiz onları. 

Sence Türkiye’de nerelere kadar gidebilirsin? İstanbul, Ankara, İzmir tamam, rota genişleyebilir mi?

Davet ederlerse, güvenlik için söz verirlerse neden olmasın. 

Ekip nasıl bir araya geldi? Kaç kişilik bir ekibiniz var? Nasıl çalışıyorsunuz? Bu süreç nasıl oldu?

15-20 kişiyiz. Unuttuklarım da vardır mutlaka. Kardeşim dekoru yaptı, kendisi ressamdır, iyi bir seramik sanatçısıdır. Çok yetenekli bir arkadaşımızdır.

Kardeşim diye söylemiyorum (gülüyoruz).

Kardeşim diye söylemiyorum çünkü eğer ki onun gözüne ve sanat görüşüne güvenmeseydim gerçekten onunla çalışmazdım.

Sanat genetik bir şey mi?

Bilmiyorum ki.. Annem resim bölümü mezunu. Bizim evde de heykeller, resimler, şarkılar vardı. Normal standart, orta halli bir Türk ailesiydik biz. Galiba kendini birazcık geliştirmekle alâkalı ama bizim gözümüzü çocukken açmışlardı. Elimize kâğıt, kalem, boya, bir takım enstrümanlar vermişlerdi. Baştan biraz mayasının senin nasıl tuttuğunla da alâkalı galiba çocuk. Koreografımız ve müzik direktörümüz Didem Atasoy; bir sürü üniversiteler okumuş, şu an müzikoloji okuyor hâlâ devam ediyor, İngiltere’ye gidecek yakında. Yönetmenimiz Barış’ın çok yakın arkadaşı. 

Bu arkadaşlar Kazan Dairesi’nin ekibi mi yoksa bu oyun için özel olarak mı bir araya geldiler?

Hem Kazan Dairesi’nin ekibi hem bu oyun için özel olarak toplanmış arkadaşlar. Tanju Babacan benim çok yakın ve çok uzun yıllardır dostum. Zaten ona anlatıyordum mesela. Eğer ki Tanju Babacan öyle bir tasarımcı, öyle bir ışıltılı adam olmamış olsaydı da çok yakın arkadaşım olmasına rağmen onunla çalışmak istemezdim yani her şey denk geldi, yerini buldu.

Noktalar koyuldu, onlar birleştirildi, ortaya böyle bir şey çıktı.

Biz zaten hazırmışız bu işi yapmaya.. Barışlar daha evvel Sidikli Kasabası’nı yapmışlar ve döneminde çok büyük bir çığır açmış. Didem, Berfu, Sevil, tabii sizin görmediğiniz arka plândaki arkadaşlarımız hepsi o ekipten kopan ve şimdi devam eden insanlar.. Bir de ben eklenince işin içine sonra Barış’ı ikna edip, onu da âşık edince işe kocaman bir aile olduk. 

Sahnedeki peruklar neyi simgeliyor? Ayakkabılar da koyabilirdin, kostümler de koyabilirdin. Neden perukları tercih ettiniz?

Peruklar zaten tekstin içinde geçiyor ama biz bir peruk dükkânı açacak kadar çok peruk aldık bu süreçte. O perukları kullanmak istedik hâlâ daha kullanmadığımız bir sürü peruk var. Bir de ‘Kutuda Bir Peruk’ diye bir şarkımız var. Cinsiyet değiştirdikten, terk edildikten ve beş parasız kaldıktan sonra fahişelik yapmak zorunda kaldığı zaman her gece başka bir kadın olmayı seçiyor. Şimdi ben vahşi batının fahişesiyim, şimdi Farah Fawcett’im, şimdi domates güzeliyim diye anlattığımız bir şarkı var. Yani orada peruk bir simge, bir sembol elbette. Onun kadın olma durumunu hissettiği zamanlarını temsil ediyor yani kadın olmaya başladığı zamanları temsil ediyor arkadaki peruklar ve perukları o kadar değerli ki onun için, asla onlara dokundurtmuyor. Özellikle Yitzhak’a, Yitzhak ile evlenmesinin başında yaptığı anlaşma o. Hiçbir şeye dair anlaşma yapmıyor, “Sakın peruklarıma dokunma,” diyor sadece çünkü onu güçlü, diva gösteren, onu büyük gösteren tek değer verdiği şey güzel saçları belki de..

Oyun günlerinde kaç saat önce gelirsin ve bu hazırlık süreci ne kadar sürüyor?

Beş saat önce geldim, kayıtlara geçsin (gülüyoruz). İki, iki buçuk saat dinleniriz, bir şeyler yeriz, çalışırız. İki saat makyajımız sürüyor. Çıkıyorum dekora bakıyorum, sonra aksesuarlarıma bakıyorum. Baya hummalı bir süreç bu. Normalde başka dramatik oyunlarda oynadığımda bir saat önceden kulise gidiyordum; çayımı, kahvemi içip çat diye giyiniyordum, mis gibi kravatımı takıp sahneye çıkıyordum ama bu böyle bir şey değil, oldukça meşakkatli bir iş yapıyoruz. 

Hedwig ile oturup sohbet etseniz nelerden konuşursunuz?

Ah çok güleriz (gülüyoruz). Hiç insan ayırt etmediğim için insanın kumaşına bakarım ben. Cinsiyetine, saçının rengine, gözünün rengine, pantolonuna, kazağına bakmam; ne diyor ona bakarım. Nasıl bakıyor gözü ona bakarım; yılan yılan mı bakıyor, aklından başka şey mi geçiyor yoksa üzgün mü ya da neyi var yani? Gözler kalbin aynasıdır. 

Analiz yeteneğin yüksek mi?

Biraz yüksek ama yüzde yüz doğruyu söyleyemem elbette, tespitim budur, bu adam budur diyemem ama genelde tutturuyorum. 

Eğitimin bir etkisi var mı bunda?

Galiba şunun etkisi var: Eğitim artı eğitimi bırakmamanın..

Özellikle eğitim diye sordum, öğretim değil sadece. 

Kendini eğitmekle alâkalı, kendini ıslah etmekle, kendini hayata göre kılmakla alâkalı çünkü bir takım organizmalarız biz aslında baktığın zaman; dişil, erkek diye ayırmışlar. İlk önce sana hemen diyorlar ki, sen kadınsın, bunları giyiyorsun, kısa etekler, al çocuğum barbieler eline; erkeksen, al bakayım tabanca, araba. Hemen san bir takım kimlikler veriliyor ve sen onların öyle olması gerektiğini düşünerek yaşıyorsun. Halbuki öyle bir şey de olmayabilir belki de.. Bunu bilmiyoruz, bunu hiçbir zaman görmedik yani.

Eşcinselliği, bu tarz kimlikleri saklamak gerektiğine, bunları gösterdikçe daha çok yayıldığına inanan bir kesim var, ört üstünü ayıp, diyorlar; bir de bazıları hiçbir etkisi olmadığını düşünüyor. Sen bu konuda ne düşünüyorsun?

Bunun böyle olmadığını kendileri de çok iyi bilirler, kimse o düşünenler ama hiçbir şeyin üstünü örterek, güneşi balçıkla sıvayamazsınız. İnsanın içinde bir şey varsa sen ona yedi kilit de vursan üstüne o gene gider ne yapmak istiyorsa onu yapar ama içinde varsa! Hiç kimsenin de içine zorla bir şey koyamazsın. Kalbin yanıyorsa geçmiş olsun. 

Aşk insanı gerçekten böyle şehirden şehre, ülkeden ülkeye sürükler mi? Yoksa bu Hedwig’in yüksek duygusu aslında aşktan öte öfke mi?

Güzel! Aşk, insanı şehirden şehre sürükler evet. Bu dönemde sürükler mi bilmiyorum ama.. Belki biraz daha eski aşklar için bunu konuşabiliriz. Hani sevdiğinin peşinden kıtalar aşıp gitmek, dağları delmek, çölleri aşmak..

Belki de hiç öyle hikâye yok yaşanan.. Onların uydurmaları olabilir..

Belki de yok. Belki de insan bunları yapa yapa tükeniyor ve kendini korumaya alıyor bir süre sonra, bilmiyorum ama Hedwig’in hikâyesi: O tam bir savaşçı bence; berbat olaylara rağmen bırakmamış. Cinsiyeti elinden alınmış, besteleri çalınmış.. Bedeni kolaj haline dönmüş, ne olduğu belli değil. Ona rağmen bırakmamış. Evet, öfkesi olabilir bunun itici gücü. 

Sence peki en yoğun duygusu ne bu hikâyede?

Çok zor soru. Bunu biraz düşünmek istiyorum. En yoğun duygusu diğer yarısını arayan insanoğlunun, aslında sen kardeşim sen diğer yarını arama, bak sen kendine göre tam da kendine göre çok teksin, birsin, biriciksin ve mutlu olmak için bir başkasının ruhuna veya bedenine ihtiyacın yok. Ha biriyle beraber olmak istiyorsan ikiniz bir ara çok güzel bir şey yaratabiliyorsunuz belki diyor. Bence en yoğun duygusu bu.. Sen tamsın, demek istiyor. 

Hedwig’i seyrettiğim zaman, sahnede gördüğümde onu bir transseksüel olarak görmedim yani cinsel kimliğini düşünmedim. Onu çok sevdim, onunla sohbet etmek istedim. Bunu nasıl başarıyorsun? Bir de hikâyeyi anlatıyor kadın, ben transseksüelim, diyor ama öyle düşünmüyorsun. İnsanlarda homofobiklik var, itici olduğunu düşünenler var ama ben öyle düşünmedim. Eminim ki bir sürü insan da onu o olduğu için, insan olduğu için, demin de konuştuğumuz gibi, ne olduğu önemli değil. Bunu nasıl başarıyorsun? Nasıl verdin? Bu kadın itici bir kadın değil. Bence bütün homofobiklerin bile sevebileceği bir kadın. 

Bence de.. Kafamzıdaki o klasik trans, karikatürize şablonundan çıkmak istedik çünkü hep karikatür, karikatür oynuyorlar transları.. Kalın sesli, kaba görünüşlü, kötü peruklu, kötü makyajlı insanlarmış gibi oynuyorlar. Çok özel varlıklar; kendilerine bakan, kendileriyle ilgilenen varlıklar. Bunun incelikle işlenmesi ve bir sempatiyle seyirciye geçmesi gerekiyordu. Bu rol öyle bir bıçak sırtı bir roldü ki biçim, tür olarak zor bir oyun; açık bir biçim, içinde bir sürü şey barındırıyor: Müzik, epik tiyatro, dramatik tiyatro öğeleri var. Çok da sempatik şerefsiz (gülüyoruz). 

Nasıl soracağım bilmiyorum, yanlış da anlaşılmak istemiyorum. Hiç seyreden  transseksüel birileri oldu mu? Onlar nasıl baktı? Evet, bu bizden.. Genelde öyle bir şey vardır ya, yakınlık hissedersin. Ne kadar yakın hissedersen onla birsindir. Bunu sadece transseksüellikle ilgili demiyorum. 

Özellikle bir trans gelip beni kulise tebrik etmedi şu ana kadar ama trans derneklerinden davet alıyoruz. İzmir’e gideceğiz, (Derneğin adına bakılacak), onlar için oynayacağız. Bu arada T-Zone basın sponsorlarımızdan bir tanesi.. Onlar da LGBT konusunda çok cesur haberler yapıyor gerçekten ve ayakta kalmaya çalışıyorlar. Community’nin bizden haberi var ama beni özellikle kulise gelip tebrik eden bir trans arkadaşım olmadı. 

Ne yaparsın gelirse?

Çok mutlu olurum, boynuna sarılır öperim. Keşke gelseler.. Mutlaka seyreden olmuştur ama oyundan sonra henüz tanışma fırsatımız olmadı. 

Hedwig ile en zıt yanın nedir?

Biraz çabuk kandırılıyor galiba Hedwig..

Genelde hep böyledir.. Hepimizde öyle bir yan yok mudur?

Gençlik hatası gerçi onun yaptığı şey. O dönem hepimizin de başına aynı şey gelebilirdi. 

Kandırılmıyorum mu diyorsun?

Hayır, kandırılmıyorum, diyemem. Çok büyük laf olur. Aslında benziyoruz, çok da farklı bir tarafımız yok. Ben de hayatım boyunca her şey ile savaştım. Yenilmedim. Cebimde param olmadı ama provaya gittim. Kiramı ödeyemedim ama ezber yapmaya, metni çevirmeye devam ettim. Bütün sıkıntılara rağmen, evet bu kadar büyük şeyler yaşamadım belki onun kadar ama fark değil de benzerlik görüyorum ben aramızda.

Bu kadar yakın olunca tabii ki benzerlikler vardır ama ben zıt olduğunuz yanı, onda nelere kızdığını merak ettim. 

Pek yok. Yitzhak konusunda kızıyorum; Yitzhak’a kötü davranıyor çünkü.

Neden ona o kadar kötü davranıyor sence?

Bence kurgu şunun üzerine yapılmış. Sen dedin ya başta hepimiz aslında iki yüzlüyüz diye.. Hedwig’in de ikiyüzlü yönünü orada görüyoruz. İkiyüzlü yani insan yönünü görüyoruz. Yitzhak’ın belki üç tane kelimesi var oyun boyunca, Ayşe (Günyüz) müthiş bir performans gerçekleştiriyor, çok zor bir şey yapıyor. Ona da müteşekkirim her türlü. Çok seviyorum onu böyle bir partnerim olduğu için. O kadar önemli bir rolü var ki.. Hedwig’in de bir insan, acınmaması gereken bir karakter ve acılar yaşamış insanların da yeri geldiğinde iki yüzlülük yani kendine yapılmasını istemediği bir şey başkasına yapma durumunu gösteren bir yanı var ki iyi ki bence tekste böyle bir şey koymuşlar. Yitzhak’a iyi davransaydı belki de böyle çok tadı çıkmayacaktı bu hikâyenin. İşte orada sana soru sorduruyor metin. Tiyatro cevap vermiyor, soru sorduruyor. Yitzhak’ın oradaki figürü bence bunu temsil ediyor. 

Sahnede kaç kişisiniz?

Altı kişiyiz. Ben, Ayşe ve müzisyenlerimiz. 

Sahnedeki müzisyenler kim? Kazan Dairesi’nin ekibi mi?

Onlarla bizi hem müzik direktörümüz hem koreograf arkadaşımız Didem Atasoy tanıştırdı. Daha sonrasında onlar ekibe dahil oldu. Altı parmak: Eren Turgut, Can Kalyoncu, Kaan Bıyıkoğlu ve Umut (soyadı nedir çünkü listede adını bulamadım) 

Oyuncu olmaya ilk ne zaman karar verdin ve bunun için ilk olarak ne yaptın?

Oyuncu olmaya İzmir’de ortaokula giderken orta birin yazında, takdirle geçmiştim ve yapabileceğim hiçbir şey yoktu o yaz, bir şeyler yapmak istiyordum kendime dair. Okulda da zaten tiyatro kolunda bir şeyler yapıyorduk ama o kadar net, belirgin olmamıştı. Fransız Kültür Merkezi vardı Alsancak’ta, orada tiyatro kurslarına gidiyordu bir arkadaşım, sen de gelsene çok güzel oluyor ama biraz yaşça büyükler; 30 üstü filan insanlar, dedi. İyi, peki geliyorum, dedim. Ne yapıyorlar? diye sordum. Diksiyon eğitimi veriyorlar, oyun çıkartacaklar, Nâzım Hikmet şiirlerinden bir kolaj yapacaklar, dedi. İlk sahne deneyimim odur.

Sonra İstanbul, Müjdat Gezen Sanat Merkezi nasıl oldu?

Sonra benim hayatım çok değişti tabii. Ben ne konservatuar okudum ne liseyi düzgün bitirdim. Hayatım bambaşka bir yere gitti. Lise sona geldiğimde iyice asi bir çocuk olmaya başlamıştım. Bir de o dönem özel radyolarda çalışıyordum, öyle bir furya vardı. Şarkı söyleyebildiğimi de radyoculuk dönemime borçluyum. 

Evet, onu da soracaktım zaten. Müzik hayatına nasıl girdi?

Şarkı söyleyebildiğimi fark ettim. Aileme diyorum ki, ben şarkı söylüyorum. Saçmalama, biz seni hiç şarkı söylerken görmedik. Valla, diyorum, söylüyorum ben. Sonra ben şarkı söyleyeceğim, tiyatro filân istemiyorum, dedim. Okumak da istemiyorum. Ben gidiyorum, dedim sonra İzmir, İstanbul, Kuşadası, Bodrum, Didim,  yazlık yerler, Ankara.. Dedim ki ben bu işi öğrendim ama eğitimim yarım kaldı. Geri döndüm. Müjdat Gezen’in sınavlarına girdim, yaş itibariyle bir tek ona girebiliyordum. Sağ olsunlar beni aldılar.

Müzik bölümü sınavına da girebilirdin..

Yok, tiyatro istiyordum çünkü şuna karar vermiştim. Müzikte tamamım ama benim ilk hayâlim bu değildi. İlk hayâlime geri dönmek istiyorum ben. 

Bu oyunla ilgili hedefiniz nedir? Mesela kaç yıl oynarsınız?

Benim plânım iki yıldı ama şimdi gidecek gibi görünüyor. Oynayabildiğimiz kadar oynayalım istiyoruz. Sonra da belki benden başka Hedwigler oynar. Böyle bir yol olur. Her oyuncu bu metne, her oyuncu bu şarkılara farklı bir bakış açısı getirebilir. Yurt dışındaki örnekleri de böyle zaten. Neil Patrick Haris oynuyor, efsane oluyor; Darren Criss oynuyor, başka bir efsane oluyor. 

Müzikler aynı, değil mi? 

Tabii..

Besteler aynı, sözler de yakın galiba, değil mi?

Birebir aynı kalmaya çalıştık, anlam olarak ama İngilizcesini sound eden bir Türkçe ile yazdım. Yani A sesine vuruyorsa A sesi ile bitirsin istedim. O’ya vuruyorsa O sesi ile bitirsin istedim. Aynı zamanda da yorum katmam gereken yerler oldu. İngilizce haliyle anlaşılamayacak yerler de var çünkü ağır bir İngilizce ile yazılmış.

Çok değişiklik yaptınız mı tekste? 

Çok değişiklik yapmadım ama matematiksel değişiklikler yaptım. Mesela hikâyeyi bir baştan, bir sondan, bir ortadan, bir baştan, bir sondan; çok karışık anlatıyor. O matematik güzel bir matematikti ama bağlaçlara ihtiyaç vardı Türkçe olarak. Araya bir iki tane güzel tirad yazdım, onu da ilk defa burada söylüyorum. Hangisi olduğunu söylemeyeceğim. Küçük tiradlar yazdım; şakaların, esprilerin yerlerini değiştirdim. Şarkılarda da bir baktım ki bugünün Türkiye’si ile aslında çok bir fark yok arada. Wicked Little Town, lanetli küçük kasaba dediği yer Türkiye işte. İkiye bölünmüş bir şehrin karşı yakasında doğdum, diyor. Al sana İstanbul! Dümanımla, yandaşları denedi yıkmayı, diyor. Al sana işte.. Söylenecek bir şey yok, biliyorsun. Bizi anlatıyor. 

İngilizcesi de böyleydi. O yüzden biz cuk oturdu.

Orijinalde Genco Erkal’ın yerine bir isim var mı? (Buralarda haliyle çok güldük. Arada haberci gibi gidip geldiğim doğrudur.) Sen mi ekledin?

Onu ben ekledim tabii ki.. Başka bir isim yok. Burası Titanik’ten kurtulan kazazedelerin buluşma noktası olmuş, diyor. O sahneyi o şekilde yazmış. Sonrasını anlatıp sürprizi kaçırmayayım. Orada benim bir sürü alternatifim vardı. Güncellerim orada kullanacağım ismi, dedim ama Genco Erkal mevzusu büyük patlayınca (kahkahalarla güldük, mutlaka seyredin, diyorum) Genco Hoca oldu. Çok öpücükler yolluyorum. Affına sığınarak tabii böyle bir şey yaptım ama senden aldığım duyuma göre de kahkaha atmış.

Evet.. Anlattığım için kızabilirsin diye de düşündüm ama haberi vardı, biri yazmış fakat ne olduğunu bilmiyordu. Bir çocuk var, oyunu da biliyor; Amerika’dayken oyuna denk gelmiş ama seyredememiş. Burada da bir yazmış, oyunda Genco Erkal’dan bahsediliyor, diye.. Ben olayı patlattım ama dedim bekliyor sizi, keşke gelse, diyor, dedim. 

Keşke gelse..

Gitmek istiyorum zaten, dedi. Ne olduğunu duyunca da kahkaha attı. Hatta sana mesaj bile gönderdi.  

Çok seviyorum onu. Yaşayan bir efsane.. Bana dediler ki, kızar. Kızacaktır bak, kesin kızacaktır. İsim vermiyorum kimin dediğini ama senden böyle bir haberi duymak hoşuma gitti, sevindirdi. Valla korkuyordum. 

Son olarak da Kazan Dairesi’nden bahsedelim. Nasıl bir ekip? Bundan sonra ne gibi projeler var? Öncesinde ne vardı?

Kazan Dairesi, alternatif metinler, alternatif müzikler, alternatif türler peşinde olan yeni bir oluşum. Herkes konservatuarlı, herkes hem tiyatro okumuş, çoğunluk hem müzikal mezunu.. Hâlâ okuyanlar var. Müzikoloji, dil tarih okuyanlar var. Okumaya doymayan, çok genç, dinamik, yetenekli, pırıl pırıl insanların bir araya geldiği bir ekip. Bunu çok rahatlıkla söylüyorum çünkü aşağı yukarı durumları biliyorum. Çok şanslı hissediyorum kendimi burada, bu bünyede bu işi yapabildiğime ve yapabileceğime dair. Hep bu tarz işler yapacak gibi görünüyor. Yani alternatif müzikaller, alternatif metinler, yeni arayışlar peşinde olacak gibi görünüyor. Anlatılarında hep bir müzik, hep bir dans hem de kuvvetli şiirsel ve masalsı temalara başvuracak gibi görünüyor. Gidişat o yönde.. Genel Sanat Yönetmenimiz Barış’ın (Arman) bakış açısı o yönde. Bundan sonra bir proje daha var, ne olduğunu söylemeyeceğim. Daha kalabalık bir ekiple, çok güzel bir iş daha geliyor. Bu yoldayız.

Kazan Dairesi nasıl işliyor?

Birlikte çalışmayı seven insanların bir arada olduğu bir bünye burası.. Barış Arman, Genel Sanat Yönetmenimiz olduğu için tabii ki son kararı veriyor ama bütün kararlar herkese soruluyor, ortak kararlar alınıyor. Bir kişinin de karar mercii olması gerekiyor. 

Bu muhteşem gün için başta Yılmaz Sütçü’ye ve Kazan Dairesi’ne şükranlarımızı sunuyoruz. Hedwig İstanbul’dayken mutlaka onunla tanışın. Her ne kadar sahnede yaşayan bir karakter olsa da inanın bana onu tanıdıktan sonra onunla arkadaş olacaksınız.

  • HandE Yöremen 23 Aralık 2016

www.kulisonline.com