Halil Ergün, Türk Sinemasında pür dikkat dinlenmesi gereken isimlerden biri. Ben onu dinlemeye doyamadım. Bu hoş sohbet adamı ağzından çıkan her cümleden bir şeyler kapabilmeyi umarak dinledim.

Hayata bakışıyla, dünya görüşüyle karşısındakileri kolaylıkla etki alanına almayı başarabilen Halil Ergün, size de tesir edecek. Bu röportajı okumazsanız Türk Sinema tarihinin bir sayfası daha sizin adınıza eksik kalmış olacak.

İnanılmaz bir geçmişiniz var arkanızda. Halil Ergün bunca yıldır yerini korumasını nelere bağlıyor?

Belki de sokağa adım attığım ilk andan itibaren başlayan bir süreç bu. Hayatı algılama, insanlarla ilişki kurmanın başka perspektifleri, aldığım eğitim, ailevi birikmeler.. Bütün bunlar insanın hayatını şekillendiriyor. Sanatı artist olmak için, şöhret olmak için seçmedim ben. Gençlerin ya da kendine meslek arayan insanların hedefleri vardır. Mesela sinema veya tiyatro oyuncusu olmak veya buna benzer daha popüler işler yapmak konusunda yaygınca bir istek vardır. Kimi bunu gerçekten o mesleği çok sevdiği için düşünmekte olur, kimi de şöhreti han hamam, para, ihtişam olarak düşleyerek bunu isteyebilir. Benim böyle yaklaşımım olmadı. Ben kendimi arama sürecimde sanatla buluştum. Kendimin insanlarla ilişkisinde, hayatla ilişkisinde kendime sorduğum soruların yolu beni sanatla buluşturdu. Kendimi ifade etmeyi orada buldum. Özellikle oyunculukta buldum bir süre sonra. Sanatın o sınırsız, gizemli dünyası sarp sarmaladı. Sonra da oyunculuk çıktı ve bir taşra çocuğu olarak çünkü ben İznikliyim, bir sürü gecikmiş, kendime ait soruları sordurdu bana oyunculuk. Başka karakterleri araştırmak, başka kahramanların dünyasını irdelemek gibi.. Bir de bu meseleye böyle bir ülke doğrultusunda, belli bir dünya anlayışı noktasında yaklaştım. Sonra kendimi var etme, koruma süreci olarak sanatla, oyunculukla buluşmam, oyunculuğumu ve kendimi korumam çok birbirine bağlı şeyler. Yoksa ben çok şöhret oldum, çok şöhret olacağım, kendimi koruyacağım, bu yerde kalacağım gibi özel bir hesabım olmadı doğrusu. Dikkatlerim oldu elbette. Hayatımda bu kadar sene içinde lezzetlerim oluştu; oyunculuktan aldığım tatlar; sanatın, ilmin, resmin, şiirin bana verdiği hazlar noktasında seçimlerim oldu. İşte bu, bugün biraz mahcup, biraz ürkek çünkü o kadar geniş ve sonsuz bir alan ki, oldum demeyi hiçbir zaman götürmeyen, hiçbir zaman buna izin vermeyen bir süreç. İnsan derinliklerini araştırmak ne kadar sonsuzsa, sanat da o kadar sonsuz; sinema da, oyunculuk da öyle çünkü mesela bazen tuzağa düştüğüm, kendimin çok iyi oyuncu olduğuna inandığım veya becerdim bu işi dediğim, yalayıp geçen anlar olmuştur. Çukura düştüğüm anlar mutlaka olmuştur ama sonra bir film, bir oyuncu seyretmişimdir dünyadan. Öyle bir oyunculuktur ki “Hadi canım sen de,” demişimdir kendime, “Dur bakayım, daha çok fırın ekmek yemen lazım,” dedirten oyunculuklar görmüşümdür. Bu da durmayan bir şey. Bugün de öyle bir şey oluyor. Bugün de belki belli meselelerde ustalaşmışızdır ama bu olduğumuz anlamına gelmiyor. Belki bunlar beni tuttu. Bir de ben hep sorumlu hissettim kendimi hayattan, yaşadığım günden, yeryüzünden, ülkemden, aşkımdan, dostlarımdan gerçekten sorumlu hissettim. Böyle yaşadım. Bunun çok ifade edemedim belki ama öyle yaşadım. O zaman da sen çok öne geçemiyorsun böyle olunca. Her şeyi, bütün kararları kendinizde tutamıyorsunuz o zaman. Başkalarıyla paylaşma gibi bir şeyi mutlaka götürmek zorundasınızdır diye düşünüyorsanız, merkez çok fazla kendiniz olamazsınız. Şahsiliği, bireyselleşmeyi çok savunuyorum. Öyle sürü zihniyetine karşı müthiş tepkim var ama bu sorumluluklar da var beri tarafta. Belki bütün bunlar beni korudu, korumak değil de taze kıldı, hâlâ bir şeyler yapmak isteyen bir adam noktasında tuttu.

Bu işleri yaparken sanat uğruna, işleriniz uğruna zaten anladığım kadarıyla biraz olmuş, hayatınızı engellediğiniz oldu mu?

Çok. [Bu ‘çok,’ hemen ve çok içten gelen bir ‘çok’tu.] İlk gençliğimi, Türkiye’de çok yoğun toplumsal tartışmaların olduğu bir dönemde yaşadım. Siyasetin gençlik ve sanat içinde, dünya ve Türkiye ölçeğinde; kaba anlamında siyasetten bahsetmiyorum; dünyanın daha yaşanabilir, daha barışçıl, daha özgür olması, insanların daha eşit yaşamaları gibi noktalarda çok yoğun tartışmaların olduğu dönemlerde ben sanatla buluştum. Bunlar beni şekillendirdi elbette. Bunlara ait belli eylemlerim ya da belli katılımlarım, belli tasarruflarım oldu. Bunların faturası da oldu hayatımızı engelleyen. Belli siyasal dönemler mesela 12 Martlar, 12 Eylüller oldu. O günlerde bunların faturasını ödedim ben. Bunlar tabii ki hayatımda program yapmada engeldi. Bir de ben sinemaya, tiyatro da beraber gitmişti o zaman, başka türlü yani o zamanki deyimle daha sanat filmi, daha toplumsal içerik filmi gibi sinemayı daha sanat sayan sürecin içinde, Yılmaz Güney’in sinemasıyla başladım. Zaten benim estetik anlayışım oralardan geliyor. Bu benim bir çeşit kaderim de oldu. O da sana sürekli burada var olma imkânı vermiyordu. Bir maceraydı, büyük bir fedakârlık süreciydi; bunun için ayakta kalmak, taviz vermemek söz konusuydu ama yaşamanın dayatmaları vardı. İznik’te bir kasabam vardı. İki arada bir derede kaldım. Ne orada olabildim tam anlamıyla ne burada. Uzun yıllar burası beni bütünüyle sarıp sarmalar noktasında sardı, derken İznik’te tarım yaptım. Orada zannettiler ki çiftliğe döndü ve topraklarla uğraşacak. Oysa ben zaman kazanıyordum ve kendimi biriktiriyordum, ayakta tutmaya çalışıyordum. Bir gün ben lezzetimi ve bu işi yaptım, yapıyorum diyebilecek noktalar yakalayacağım, düşüncesi vardı. Bu tabii benim şahsi hayatım noktasında bir düzen kuramama sonucunu getirdi. Ya orada yaşayacaktım ya burada ama ikisini de yakılmamış gemi olarak tutuyorum. Bu ne yaptı beni? Mesela evlenemedim. Sanatçı için evlenmek zaten zordur da.. Kurumsallaşma olarak söylüyorum. Mesela bol paralar kazanamadım, çocuğum olmadı. Çocuk yapamadım ama çok yeğenlerim var. Onlara karşı çok sorumlu hissediyorum. Onların babası gibiyim. Hayatımı çok sarıp sarmalıyorlar. Bir de ha bugün iyi bir film yapacağız, şimdi bu iyi filmle bir şeyi daha yakalayacağız, şimdi şunu yapacağız filan derken alıp başını gitme gibi bir duyguyu yaşayamadım. Hâlâ kıskanıyorum alıp başını gidenleri; yurt dışına gidiyorlar, kayboluyorlar.. Doğuya gidiyor, batıya gidiyor; bir şeyler yapıyorlar. Onu çok yapamadım. Bir de Türkiye’de kültürel, siyasal meselesiyle sıcak ilişkilerim, günübirlik sorumluluklarım vardı. Bütün bunlar mutlak şeyler değil ama böyle oldu. Bunlar kendimi inşada ya da kendime yatırım yapmada biraz ayak bağı oldu ama diğer tarafta da bugün film yapabiliyorum, oyunculuk yapıyorum. Bundan para kazanabiliyorum. Kendimi oyuncu olarak ayakta tutabiliyorum. Yoksa bu çok geç gerçekleşti; sadece oyunculuk yaparak bu standartta yaşama imkânını elde etmem, sinemanın son zamanlarında biraz paralar kazanmak. Şimdi televizyon dizileri bunu oluşturabildi. Artık biraz kendi hayatımı örgütleme imkânım var.

Yani daha yeni yeni karşılığını almaya başladınız?

Evet, evet. Hiç kopuyor olmayı seçmedim ortalıklarda çok. Onla ilgilenmedim, aklıma da gelmedi zaten. Mesela lüks arabalar almak, çok yükselip yatırım yapmak gibi bir şeyler de aklıma gelmedi. Ailevi olarak da çok yoksun, yoksul yani imkânsız değildim. Onun çok büyük bir kazancı var ama daha iyi bir şey yapmak gibi bir takım kaderimiz vardı. Onları şimdi biraz daha yakalar gibi oldum ama nedir bilemiyorum, gelip geçti mi? O günlerde beni destekleyen bir tek şu vardı; çok popüler değildim çünkü ben sinemaya geldiğim zaman o starlar dönemi bitmişti artık, 70’li yıllarda Yeşilçam tasfiye olmuştu ve ben ilk filmi başrol oynamıştım ki benim gibi bir yüzün başrol oynaması söz konusu değildi o zamanlar. Güzel çocukların, güzel kızların film çekebildiği bir zamandı. Sonra şarkıcı ve seks furyası başladı. Benim filme başlamamla beraber aynı döneme denk geldiler. Bu macera içinde film yapmaya çalıştım. Öyle bir şey ki filmler yapıyorduk, her sene bir iki film, hepsi iddialı filmlerdi. Bir sürü insanın büyük çabasıyla, fedakarlıklarıyla oluşan filmler.. Bunları oynatacak sinema salonu yoktu o zaman, halk görmüyordu. Amerikan filmleri tarafından İşgal edilmişlerdi. Yetmişe yakın filmim var. Son zamanda çok film yapmaya başladım. Biraz ödüller aldık, 80’li yıllardan sonra. Biraz daha sinemalar açılmaya, filmlerim oynamaya başladı ama yine de filmler şimdi oynuyor televizyonlarda ve “Aa ben bu filmi yapmış mıydım?” diyorum. Ben bile unutmuşum. Geniş yığınlara ulaşmadı. O zaman biz çok yaygın bir popülaritenin aktörü olmadık ben ve benim gibi arkadaşlar, o sürecin insanları.. Çok zor karar verdim televizyona çünkü ben artık sinemada çok film çekebildiğim, artık ‘kategorik bir aktör’ diyebildiğim bir dönemdeyim. Filmler çekiyordum, sağ olsunlar; ödüller de veriyorlardı, iyi filmlerde de oynuyordum ama gene ekonomik sorunlar ama o haz da vardı. Televizyon dizileri başlamıştı, onlara pek sıcak bakmıyordum. Sonra İrfan Tözüm ikna etti, ‘Baba Evi’ ile başladım dizi filmlere. Baktım ki gelişen şartlarda televizyon dizisi yapmanın çok da kötü olmadığını düşündüm doğrusu.

Bir röportajınızda okudum, “Sinema oyunculuğu kadar zevk veriyor,” demişsiniz.

Evet, ben gene mesleğimi yaptığım noktasında bakıyorum ve iki üç misli katmaya çalışıyorum ki çünkü zor bir iş biliyorsun tutan bir dizide onlarca bölümde bir karakteri sürekli oynamak, özellikle tutan bir projede. Her biri 90 dakikaya varıyor; bir sinema filmi çekiyoruz haftada ve bu performans içinde insan bıkabilir. Öyle bir tuzağa düşmemek için ödün vermem mesleğimden. Hele oyunculuğumdan hiç. Şimdi de çok yaygın. Popülarite ne demek? Benim artık hiçbir özelim kalmaması demek. Popülarite buysa artık aşağıdan yukarıya, güneyden kuzeye bir yere gidip kendimi öyle özgürce yaşayamam. Merhaba abi, diyor; baba, hoş geldin, diyor mesela. Herkes biliyor artık seni. Bu bir tarafıyla çok iyi bir şey.

Nasıl bir duygu insanların böyle sizi tanıması?

Hani derler ki Allah eksikliğini göstermesin ama çok isterdim bir lokantaya gidip kapris yapmayı. Yani böyle hazır bir masa yemek yerken garsonu çağırmayı.. Geliyor mesela Halil abi hoş geldin, diyor. Yazın bir kız arkadaşımla Cunda’ya gittik, balık yemeye ama balık yiyemedim. Televizyon böyle bir şey. Sinema yıldızları daha bir ulaşılmazdır, daha kendi büyülerini taşırlar. Televizyon şöhreti biraz daha mülkiyet içeriyor yani insanların evlerindeki eşyası, hayatı gibi dizileri var, dizilerde oyuncuları var. Onları sahipleniyorlar ve size arada hiç mesafe bırakmadan geliyorlar. Talepleri oluyor. Sonuç olarak gittik, orada balık yiyemedik; fotoğraf çekiyorlar, tabii haklı olarak. Sağ olsunlar yine bu lafı söylüyorum ama bir süre sonra diyorsun ki ben bir daha balık yemeğe gelemeyeceğim diye. Böyle bir yanı var işte.

Yalnızken aynaya baktığınızda ne hissediyorsunuz? O hayran kitlesi içinden çıktınız, eve geldiniz ve yalnızsınız..

Ben kendimi seviyorum aslında. Beğeniyorum da ama sinema macerasında, bunu söylemek açık itiraftır, gitti geldi, olmadı oldu. Öyle çok mutsuzluğa düştüğüm anlar oldu. Kasabadaki evde, aynaya bakardım. Sofalardan geçen koridorda taş bir ayna vardı. Hiç unutmuyorum, bir gün baktım. Yorgun ve mutsuz bir yüzdü herhalde. Baktım, o günü hiç unutmam, bu yüzden aktör olmam, diye düşündüm. Şimdi biraz daha barışığım o anlamda. Böyle bir derdim yok. Tabii ilk başladığım günlerdeki aktörlük rahatlığıyla bugünkü bir olur mu? O zamanlar çok dikkat etmek zorundaydım. Çözemediğim vücudum vardı, çözemediğim oyunculuk meseleleri vardı, kamera vardı. Artık benim için böyle bir sorunlar yok. Vücudumun her telini ve kamerayı biliyorum. Yönetmenin sesinden bir sürü talimatı alıyorum. Bu sefer de aynaya baktığımda şöyle bir şey oluyor; insanların beni beğenmelerini isterim, söylüyorum da ama şimdi senelerin izlerini yakalıyorum. Geçti bütün bunlar, şimdi artık ‘Allaha ısmarladık’a giden bir süreç başladı. Elbette bundan sonra da mesela “Ne olur hep baba oynatmayın. Artık orta yaş, sulu sepken, böyle damardan bir aşk filmi istiyorum,” diye bas bas bağırdım. Kimse kapımı çalmıyor [gülüyoruz]. Bu fizikte, bu konumda bir insan âşık olamaz mı yani? Damardan, yerlerde sürünerek bir aşk filmi olamaz mı veya dizi? Hâlâ bekliyorum. Senelerin izlerini yakalıyorum. Genç durmaya çalışıyorum ve yaşlanmayı çok sevdiğimi söyleyemem. Her senenin izi vardır, derler. İyi olur mu ya yaşlılık Allah aşkına?! Ben size söyleyeyim bir kere, bu ülkede ve yeryüzünde de öyle, ister abi, ister baba, ister bir sanatçı olarak söylüyor olayım; yaşlıyla yoksulun yüzü soğuk. Soğuk! Yoksul da, yaşlı da idare ediliyor. İdare edilmek istemiyorum. Onu duyduğum an çeker giderim.

Bugüne kadar oynadığınız rollerin içinde en çok hangileri size yakın geldi?

Ali Rıza Bey’i çok seviyorum, çok. Onunla konuşuyorum ben. ‘Yolcu’ [Nazım Hikmet] filminde, Başar’ın [Sabuncu] çektiği oradaki adamı severim. Abdi İpekçi’de çok etkilenmiştim. Bir de ‘Böcek’te çok etkilendim. Bir sürü filmde çok sevdiğim anlar var doğrusu. Kadir [İnanır] ile kaç filmde birlikte çalıştım. O filmlerde de çok önemli karakterlere severek yaklaşmışımdır. Belki de biliyorsunuz, iyi projelerde hiç çekinmeden beş dakika roller de oynadım. Kimi kez sırf o filmler çekilsin dayanışma içerisinde diye, kimi kez o yönetmenle çalışmış olmak için çünkü setler aynı zamanda benim için okuldu da.. Okuldur setler.. Şimdi ben öyle davranmaya çalışıyorum, gücüm oranında tabii. Birikmem oranında ve sette bulunmayı da biraz da ben öyle seviyorum. Hatıralarımı anlatmak bile katkı, diye düşünüyorum.

Bu hatıraları kitaba dönüştürmeyi düşünüyor musunuz?

Çok düşünüyorum fakat şöyle bir şey diyor arkadaşlar, “O kadar çok yaşadığımız anlar var ki tiyatroda, siyasi arenada, sinemada acı tatlı şey yaşadın. Her şeyi olduğu gibi anlatmak lazım. Bulanık spekülasyonu çıkabilir.” Spekülasyon adamı da olmak istemem ama onları da tam anlatmayınca; kimi ölmüşse, kimi bırakmışsa ama senin orada kendi sübjektif veya objektif yorumlarını koymak durumundasın. Öyle bir korku var ama özel bir yöntem bularak çocukluğumdan başlayıp lezzetlerimi anlatmak istiyorum. Çok çarpıldığım aşklarım var. Bunları hiç sıradan bulmuyorum. Mesela ad vermeden ya da çok belirtmeden anlatmak istiyorum. Aşka çok önem veririm ben. Bu popüler kültürün anlattığı beraberlikler noktasında söylemiyorum. Ben oldum mu tam âşık olurum; şairlerin aşkı gibi bir aşktır. Sürünürüm yerlerde.. [Gülüyoruz.] Hatta bu sabah konuşuyorduk, “Yahu kaç tane aşk yaşadık?” diye. Hesap ettim, dokuz, on tane yaşamışım. Lise 1’den beri ama hani böyle adamı sarıp sarmalayan. Kimi böyle izler bırakmış, sonra bazıları da komik, “Nasıl yaptım?” dediğim anlar var ama birkaç tanesi de imkânsız aşk olduğu için hâlâ hatırladığımda içim titrediği anlar var. Aşk, sen sormadan ben söyleyeyim, insanın kendi kendini esir almasıdır.

Demin demiştiniz ki bir aşk filmi bekliyorum. Şimdi aklıma geldi; Türk sinemasında, Türk televizyonlarındaki dizi filmlerde aşk yeterince işleniyor mu ya da aslında aşkın nasıl doğrusu, iyisi olabilir? Benzer görüyorum ben hepsini.

Çok tekrarlıyorlar. Kadın erkek ilişkisi olarak anlatılıyor. Yani bir kız kocaya gider, biri birine âşık olur, onu seviyordur. Masal gibi anlatılıyor aşk ama oysa aşkın da kendi diyalektiği var. Ciddi bir şeydir aşk. Adamı alır savurur duvardan duvara.. Sosyolojik olarak, psikolojik olarak, biyolojik olarak savurur. Bunlar sinemada daha iyi anlatılır. Vakit yetmiyor belki, biraz da oto sansür kültürü taşıyor televizyon dizileri, daha kitlesel olduğu için galiba ama neden yapılmasın, yapılmalıdır. Artık televizyon dizilerinin masal kültüründen, Yeşilçam’ın tekrar filmlerinden çıkıp bu anlamda derinliklere girmesi lazım. BBC yapıyor böyle şeyler, Amerikan sineması da çok akıllı hesaplamalarla bazı şeyler yapıyor ama bizde yapılmıyor doğrusu. Mesela şu anda yaşamıyor mu benim yaşıtım insanlar aşk? Yasağı, doğrusu, açığı, saklısı ile yani?

Genci yaşlısı yok ki.. Yurt dışındaki dizi filmlerde her türlü cinselliği işlerken daha rahatlar, gayet güzel Türk insanımız da onları seyrediyor, seviyor. Sex and the City diye bir dizi film vardı. Türkiye’de biri cinsel içerikli bir film çektiği zaman, hani cinselliği öne çıkararak değil de aşkın içinde olduğu gibi, bir dışlanma görüyor. Bu dizi filmleri seyreden de sizsiniz, bunu niye dışlıyorsunuz?! Bu nasıl bir şey?

Halk dışlamaz biliyor musun aslında. Türkiye’de sıradan insan yani biraz Anadolu’ya yayıldığınızda, kente köye kasabaya bakıldığında mutlaka tabular, edep disiplinleri var ama daha geniş ve daha demokratik.

Kim engel?

Kendi resmi anlayışlarımız yapıyor bunu, resmi kararlar yapıyor. Mesela bir film çekiyoruz değil mi? Bir örnek vereyim; basın sıkıyor biraz, belki prodüktör veriyor. Geçende, Cem Davran’ın filmi sadece etcil bir ilişkiyi anlatan bir filme dönüştürüldü, öyle sunuldu, öyle satıldı. Birden bire seyircisi tayin ediliyor. Bunu bir tabu olarak da sunuyorlar. Şimdi ben seninle çıksam el ele, çok güzel bir laf edip öpüversem seni; biri de fotoğrafımızı çekse orada.. Allah Allah şimdi yani! Bu kadar insana ait doğal bir olayı olağandışı hale getiren biraz basın değil mi, insanları korkutan? Biraz da öyle galiba. Biri birini sever ve öpebilir. Şimdi bunu magazin ve sabah programlarına taşımanın mantığını bana anlatır mısınız? Günübirlik hayatta hakikaten beni hiç ilgilendirmeyen şeyleri sabah programlarında bir mesele halinde, birbirlerine girer halde anlatımlarının mantığını anlatır mısınız? Dehşetle bakıyorum ben. Günlük hayatta böyle olmuyor. Şöyle bir bakar insanlar, tavır koyar, onaylar veya onaylamaz. Ne oluyor?

Savaşa gidiyor gibiler.

Aynen öyle savaşa gidiyorlar pat çat.

Seks furyasıyla şarkıcı filmleri arasında bir dönemde başladım, dediniz. Şimdi Türkiye’deki sinema o zamandan daha iyi bir konumda, değil mi? Öyle mi yoksa öyle mi zannediyoruz?

Bu Türk sineması çok ilginç. Bunu söylüyorum bu sinema çok kavga veriyor. Yani bu kadar imkânsızlıklara rağmen bir sürü kendi iç organizasyonu, ekonomik organizasyonu, sanatsal organizasyonu olan filmler çekiliyor, çok da kolay çekiliyor. Dünyanın her yerinde bu kadar kolay film çekilmiyor. Sinemayı, hiç kimse kızmasın, tecimsel sinemanın üstüne yatırdılar. Sinema ancak böyle olur şu televizyonda ortaya çıkmış, meşhur olmuş yanyana getirirsek şunları yaparsak para kazanırız. Şu kadar müşteri, şu kadar seyirci var, şu sayıyla şu kadarını kaparız noktasını aştı. Eskiden yapıyordu Yeşilçam sineması. Bölgeler, bölgelerin potansiyelleri vardı, para ne kadar gelecek meselesi vardı. Onun üstüne oyuncular, hikâyeler üstüne gidiyordu. Çok tüccar insan vardı. Artık Türk sineması dünya ölçeğinde hakikaten ekonomik anlamda hem de estetik anlamda örgütlü olmak zorundadır ve bunun dışında ciddi bir yaratım macerası gerektiriyor. Orada biraz kolay iş var. Film yapılmasını savunuyorum, seviniyorum film yapılıyor diye ama filmler sanki Türk sineması açtı, yırttı noktasında alınırsa olmaz. Daha evvel de çok güzel filmler yapıldı. Hatta ödüller de aldık dünyada. Ondan sonra tekrar sil baştan ilk başta olmaması için zor olduğunu, çetin olduğunu bilip kabul etmeli; para buldum, film çektim değil bu iş. Film çekmelerini çok seviyorum sinemacıların ama seyrettiğim çoğu filmden çok keyif aldığım söylenemez.

Hangilerinden en çok keyif aldınız peki?

Mesela bu anlamda popüler özelliği taşıyan ‘Hacivat Karagöz’ü sevdim. ‘Beynelmilel’in esprisi çok hoş eski geldi bana. Hepsini seyrettim de diyemem elbette. Takva’yı seyretmedim mesela onun senaryosunu gördüm, arkadaşlar göndermişti.

Yazarlık bölümü’nde okudum, bu soruyu kendimle ilgili olarak da soruyorum, yaşadığım bir sıkıntıdan dolayı. Görüyorum hep bir takım insanlar çıkıp yapımcılar, yönetmenler, oyuncular olabilir; senarist yokluğundan şikâyet ediyorlar. Ben biliyorum ki böyle bir şey yok.

Para vermiyorlar.

Para konusunu bir kenara bırakalım; bu insanlar ulaşamıyorlar, ulaştıklarında orada belli insanlar var. Bu insanlar kendi aralarında döndürüyorlar bu işi. Sonra çıkıp içlerinden biri çıkıp “Senarist yok bu ülkede,” dediği zaman benim canım acıyor. Benim gibi bir sürü bu işle uğraşan, bir şeyler yazmaya çalışan insanların da canı acıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz, gerçekten senarist yok mu?

Şöyle söyleyebilirim, Yeşilçam’ın gelişimi içinde senaryo sonradan para yatırılan bir birimdi. O zaman da senaryoya hayatını vererek ayakta kalmak, karnını doyurmak noktasında insanlar birikmiyordu. Birkaç yazar var, hikâyeleri döndürüp döndürüp çekiyorlardı ve az para veriyorlar. Oysa işin aslı en iyi paranın senaryoya verilmesi ve her şeyin masada çözülmesi lazım bence.

Hangi sete gitsem görüyorum, senarist de sette. Bölüm bekliyor oyuncular ama bunu o yapımcı da, yönetmen de hak ediyor.

Öyle şey olmaz. İşin aslı, bunun matematiği, hakikaten bilimi var; saatiyle dakikasıyla. Film yapıyorsanız da masada bitirtirsiniz filmi. Ancak oradaki mekân, oyuncunun belli bir rengi, o andaki bir şey sizi ve yönetmeni çok sarsar ve değiştirebilir yönetmen konuşarak. Artık silahlar alınmıştır ve sete çıkılırken bu iş olmalıdır. Senaristler yetişsin diye bir tarla sürülmüyor. Türkiye’de tarla sürülme eksikliği var.

Hande Yöremen 2006